HANA

                     


Bu yazıda Polonya edebiyatının çağdaş yazarlarından Alena Mornstajnova'nın İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanya'sının işgal ettiği Polonya'yı ve savaşın dönem insanları üzerindeki etkisini çarpıcı bir dille anlattığı "Hana" adlı kitabını ele alıyorum. Tabii çevirmen Selma Altıntaş BURSALIOĞLU'na da bu güzel çevirisi için teşekkür ederiz.

              

 Alena MORNSTAJNOVA      "HANA"  

Zulüm Auschwitz’de

Yıl 1939, dünya kendi yaralarını henüz sarmaya çalışırken Batı’nın asi çocuğu Hitler, dünyayı yeni bir buhrana ve savaşa sürüklüyordu. Almanları tek çatı altında toplamaya kararlı olan Hitler, önce Avusturya sonra da Çekoslovakya’yı işgal etti. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi sağa sola sataşıyor, kimseyi dinlemiyordu. Führer ari bir Alman ırkı istiyordu. İkinci Dünya Savaşı böyle başladı.

Bundan herkes gibi Hana Helerova ve ailesi de nasibini alacak, ölümün soğuk nefesi her daim enselerinde olacaktı.

Üç bölümden oluşan bu zamanlar arası trajik hikâyeyi önce küçük Mira’dan dinliyoruz. Mira, dünyasını anlamaya henüz başlamıştı ki savaş sonrası başlayan tifo salgınından tüm ailesini kaybetti. Dokuzuna varmadan bu acımasız dünyada bir başına kaldı. Hana teyzesi, savaştan dahası toplama kamplarından hayatta kalarak döndükten sonra onu yanına aldı.

Buradan sonra Hana’nın günlerine ışık tutuyor Mornštajnová.

Savaşın kokusu büyükanne Elsa’nın burnuna keskin bir biçimde gelmeye başlayınca evini barkını satıp kardeşinin yanına İngiltere’ye gitmek ister fakat bu arada her şeyi göze alarak tek başına büyüttüğü kızı Hana, bir Alman askeriyle evlilik planları kurar. Bu hayaller, hayat ‘sen Yahudi misin?’ sorusuyla ters yüz olmaya başlar.

Savaş; kıtlık, korku, yoksulluk ve ölüm demekti. Ordu dağıtılmış ve müstakbel eşi Yaroslav, Hana’dan Yahudi olduğu için verdiği verdiği sözlerini unutmuş, ona ihanet etmişti. Hana ise İngiltere’ye kaçmak için gerekli belgeleri sırf asker eşi olmak uğruna annesinden saklamış, tüm aileyi gelecek karanlık günlere mahkûm etmişti.

Alman zulmü artmış, Helerova ailesi dağılmaya başlamıştı. Tüm hakları ellerinden alınan Yahudiler daha iyi yerlere taşınacakları vaadiyle trenlere balık istifi doldurulup götürülmeye başlandı.

Göçmenlerin, daha iyi şartlarda yaşayacakları vaadiyle botlara doldurulup ardından denizin onlar için bir mezar olduğu bugünkü dünyadan pek de farklı değildi ortam. Bunlar asırlar öncesinde değil yakın bir zamanda dünyanın göbeğinde yaşanmış acılar. Dünya şimdilerde bedenleri kıyıya vuran bebeklere sessiz kaldığı gibi o zaman da gaz odalarında külleri gökyüzünü esir alan minik bedenlere dilsiz kalıyordu.

Kapısında “çalışmak özgürleştirir” yazan Auschwitz-Birkenau kampında oluyordu zulüm, Sovyet ordusu gelene kadar sürdü. Gettolar Yahudileri hayatlarından koparmayı bekliyor, ruhları bedenlerinden ayrılıncaya dek her türlü işkenceye maruz bırakıyordu. SS subayları kasabada kol geziyor, belirli saatler dışında bir Yahudi’yi dışarda görürlerse bu onun sonu oluyordu. Bir milyon insan, tarih sahnesinde kül oldu. 

Soğuk, açlık, kan ve gözyaşı elektrikli tel örgüler arasında çokça göreceğiniz şeyler. Despot Führer bunu istiyordu. Sovyet Ordusu sayesinde kurtulup Meziriçi’ne dönen Hana, “Bedenim iyileşmediği gibi, en ufak ani hareketten, havanın bir anda değişmesinden ya da duygu patlamalarından kaynaklanan acıdan da artık paramparça olmuyordum. Yaşamak için bir sebep göremiyordum ama ölemiyordum da” diyordu.


Her şeyden el etek çekip ölümü bekler ya insan, dünya gözünde bir bez parçasına döner ve o anda biri çıkar gelir ya hani; bir şey olur, hayata sımsıkı bağlanır ya, işte Mira teyzesinin hayatına tam da böyle girdi.

Alena Mornštajnová, tarihe tanıklık etmiş gibi anlatıyor o yılları, okudukça benzer her olayda vicdanınızı, insanlığınızı sorguluyorsunuz.

Mustafa DİKER 16.11.2022

Yorumlar

Popüler Yayınlar