TÜRKÜ SÖYLÜYOR OTLAR
Güney Afrika yerlilerinin -siyahilerin- ve beyaz adamın bir bakıma efendi
ile uşak ilişkisi açık seçik bir durulukla işleniyor.
Doris LESSİNG "Türkü Söylüyor
Otlar"
Siyah Beyaz
Ngesi Güney Rodezya'da bugünkü adı Zimbabwe olan ülkede bir kasabadır. Afrika'nın o kendine özgü yoksulluğu içinde medeniyetten bihaber olan, beyazların efendi siyahlarınsa insan dahi sayılmadığı o bildik yerlerden sadece biridir.
Beyaz ve siyah nedir? Bir renkten daha fazlası olan bu iki sözcük öyle ki
isimlerin önemsizleştiği, para ve gücün değer kesbettiği yerde bir unvan, bir kimlik demektir. Her devirde süregelen toplumsal çatışma,
kriz ve savaşlara yol açan bu renkler tabii ki Mary’yi de etkileyecekti.
Aslında yaşadığı toplum onu buna itti, her zaman insan içinin derinliklerinde
ateşlenmeyi bekleyen fitil gibi bir duyguydu bu, yeryüzüne çıkması için
birkaç zehirli sözcük yeterliydi. Siyah, beyaz, para... Gücün insanı
yozlaştırdığı noktasındaki görüşü destekler nitelikte bir vaka gibi Mary vakası.
Genç yaşta ailesini kaybetmesi acısından sonra kendini özgür hissetmesi onu daha güçlü kılmaya başlamış, yaşadığı sefaletten kurtulup
şehirli bir kadın olmuştu artık Mary.
Okuyup kendi ayakları üzerinde durmayı başarması ona yetmedi. Bir insan
olarak kabul görmeyen yerliler ve onların efendileri beyaz İngilizlerin
savaşıydı bu.
Toplum böylesine uçurumlar içindeyken Güney Afrika’da bir kadının, genç bir
kadının yaşamın her alanında kendine bakması, yalnız kalması asla
düşünülemezdi, kimse bunu hoş karşılamazdı. Çünkü siz kendi halinizde yaşayıp
giderken siyahi bir yerli tarafından hırsızlığa, tecavüze ve cinayete kurban
gidebilirdiniz.
Yıllar ilerledikçe saf ve içinde kötülüğe yer olmayan Mary için yine o canlı organizma olan toplum bir yol çizmeye başladı; evlenmeli, çocuk sahibi olmalı, beyazların onurunu ve gururunu korumalı, bu başıboşluğa bir son vermeli diye tutturdu. Bu şekilde zamanla yalnızlık ve mutsuzluğa itilen Mary istemeden de olsa kendini buna inandırmaya başladı. Tüm bu pırıltılı yaşantısında eksik olanın bir eş olduğu gerçeğine saplantılı olarak tutundu. Fakat çocukluğunda onun için iyi bir örnek olmayan babası yüzünden ilerleyen yaşında bir erkeğe bağlı olma düşüncesi onu hayattan soğutuyordu. Buna rağmen evlenecekti, evet yalnızlığa itildiği bu durumdan kurtulmanın tek yolu buydu.
Ngesi’de çiftlik sahibi Dick Turner ile yolları kesiştiğinde hiç düşünmeden
evlendi. Turner beyaz bir İngiliz’di. Yıllardır, hayallerinde kurduğu, gelecek
hayatını bağladığı çiftliğinde bir arpa boyu yol alamamış Mary’yi de sefil
yaşantısına dâhil edecekti.
Var olan yalnızlığını çiftliğin kasvetli, sıcak ve boğucu havasıyla
derinleştiren, dünyayla bağlantısını koparan Mary, zamanında annesinin yaşadığı
hayata mahkûm olma düşüncesiyle kıvranmaya başladı.
İçindeki fitilin yanma vaktinin geldiğini derme çatma evinde ona
hizmet eden ve çiftlikte kavurucu sıcakta çalışan yerlilerle bir diğer deyişle
siyahilerle karşılaşınca anladı.
Onlara karşı öfke, nefret, acınacak bir nefretle bakıyor, yerliler ruhunu
daraltıyor, midesini bulandırıyorlardı.
Yeni gelen her uşağı bir şekilde azarlayıp kovduruyordu. Sırtlarına her an acıyla inmeye hazır bir kırbacın varlığı yerlileri dizginliyor, beyazlaraysa güven veriyordu. Mary Dick’ten bile uzak duruyor, yalnız kalıp o eski hayatını düşlüyordu. Formalite evlilik zamanla çatırdıyor, eşine bir anne şefkatiyle yaklaşıyor gelecekten ümidi tükeniyordu çiftlikte.
Zamanla bu hayatın sonuna geldiğini sezmeye başlayan Mary için çiftlik
zindana dönüştü. Siyah bir uşakla efendi uşak ilişkisini aşan tavırlar
sergileyen ve artık akli dengesi yerinde sayılmayan Mary için çanlar çalmaya
başladı. Bunu diğer beyazların güvenliğine, onuruna zarar veren bir şeymiş
gibi gören toplum onun cezalandırılmasını içten içe istiyor, bardağı taşıracak damlayı bekliyordu.
Yine her şeyden el etek çekmeye, hayatlarını düzeltmeye başlayacakları sırada kaçınılmaz sonunu kendi elleriyle hazırladı Mary. Tükenmiş ruhu bedeninden ayrılmak istiyordu. Beyazların onuru için ölüm ona haktı artık. Mary hesap vermiş, onlar da rahatlamıştı.
Mary bana Madam Bovary’yi hatırlattı bu noktada. Evli bir kadının toplumsal
baskılar sonucu hayatının mahvoluşu, eriyip yok oluşunun net bir
göstergesi. Pek çok defa yerlilerden zenci diye bahsedilmesine rağmen ben, siyahi
demeyi tercih ettim, tüm aşağılanmışlıklarına bir de bunu eklemem doğru
olmazdı.
Türkü Söylüyor Otlar, acıklı bir türkü söyledi otlar, bir beyaz bir siyah
dedi otlar. Cinsiyet ve renkler arası bir yergi, hiçbir zaman bu konuda net çizgilerin
çizilemeyeceğine dair iyi bir ders niteliğinde Lessing’in romanı.
Mustafa DİKER 12.03.2023
Yorumlar
Yorum Gönder