Kitaplar






Kitaplar ile tanışma hikayem bu şekilde oldu.

      ‘Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben.  Sanıyorum karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum’  Tanıdık geldi mi bu cümle? Yine sorular değil mi, evet yine sorular. Cevaplardan çok sorular önemlidir ya. Öyle beylik laflara da ne gerek var ki. Edebiyat yapmayı, entelektüel görünmeyi dahası caka satmayı çok sevdiğimizden herhalde. Gerçek şu ki büyük çelişkideyim.
       
        Beni çok etkileyen bir kitapla başlamak istedim. Yalnızlıktan sonra bunu seçme nedenime gelecek olursak ki mutlaka gelmeliyiz. O boşluk hissinden yaşama dönüşte bir geçiş dönemiydi benim için. Neden büyük laflar etme derdine gireriz her daim? Bu şekilde daha iyi mi ifade ediyoruz kendimizi. Kendimi bilmesem, biri yine nutuk atmanın derdine düşmüş kendini besleyecek kurbanları avlamanın peşinde derdim. Bu çok acımasızca mı olurdu, peşin hüküm mü olurdu? Hemen bu soru sorma krizlerinden kurtulup asıl konuya dönmem gerek.  En kötü hissettiğim zamanlar onu okumak isterdim, onda bir çözüm bir anlam bulmak gelirdi içimden.  Halbuki Cemal Süreya onun için ‘Dostoyevski okudum. O gün bugündür huzurum kalmadı.’ diye bahseder. Benim açımdan yeri başkadır. Açıkçası tüm kitaplarını okumadım, eksik hissediyorum anlatmaya onu zaten. Asıl konu da tek bir kitap değil bütün kitaplar. Yeraltı adamından çok şey öğrendim. Oradaki her şeyi kabul edip benimsemedim. Neticede okunan, dinlenilen dahası meşgul olunan her şey insan ruhuna tesir edip sirayet eder. Kendimce birtakım önlemler almaya çalıştım. En önemlisi de geri dönmedim, ilerlemeye devam ettim yoksa potansiyel bir yeraltı adamı  olma olasılığım yok değildi.

        Bir kitapla hayatı değişen kaç insan var bilmem. Hayatım değişmedi benim, değişen gelişen bendim. Çok açık bir şekilde görüyordum bu durumu. Artık kendimi ruhen yalnız hissetmiyor, ailemi çok düşünmüyor ve zihnimi yoracak sorular sormuyordum. Oradaki kahramanların yerine kendimi koyar ben olsam nasıl davranırdım, ne tepki verirdim, nasıl bir duruşum olurdu diye düşünür kendime göre yeniden yazardım kitapları. Hatta bazı zamanlar ki kaldırımda karşılaştığım insanları da dahil ederdim olaylara haberleri olmadan. Çok keyifli olurdu çok.  Tabii eş zamanlı olarak başka biriyle aynı şeyleri okuyup üzerine konuşma fırsatı kollardım ki bu pek nadir olurdu ya da hiç olmazdı. Zamanla da bundan vazgeçtim. Artık kendimle tartışır bulurdum kendimi. Demli sohbetler olurdu, öyle ki bunun tadını almaya başladıkça sürekli yapmaya başladım konu fark etmeksizin. Bahsettiğim boşluk hissinden yaşama dönüş buydu. 

  Nerede bir fuar var, nerede bir kitap evi bir sahaf var hemen dalardım içeriye. Sanki tarihe gidip tüm o  yazarların toplandığı bir kıraathane varmış da hepsiyle teker teker çay içip sohbet etmek gibiydi. Dostoyevski, Gogol, Orwell, Hemingway, Balzac, Zweig, Austen ve daha niceleri... O kadar kalırdım ki artık ne okuduğumu ne aradığımı anlar oldular. ‘Seninkiler geldi bak şu rafta, tam senlik şanslıymışsın zamanında geldin’ derdi Erdoğan ağabey ve Didem abla. Çok da yardımcı olurlardı. Zaman anlamını yitirmiş gibi gelirdi. Beni kendi dünyama bırakın böyle daha mutluyum diyesim gelirdi ama ne mümkün işte mensubu olduğum yere dönmem gerekirdi.  Bu arada ‘Ne okuyorsun, ne işine yarayacak, sınavda bunları mı soracaklar, hepsini okuyor musun, para verip mi alıyorsun gibi anlamsız ve bir o kadar saçma sorularla karşılaşmıyor değildim. İnsan otobüste, okulda, yolda, parkta okurken hep bir çift göz tarafından izlendiğini bilirdi. Bense yeni kitap ve yeni yazar bulma derdindeydim. 

Kendimi yakın hissettiğim Rus edebiyatıdır. Tarif edemediğim bir yakınlıktı bu. Sonra İngiliz ve Fransız edebiyatı gelir. Tam da burada ya Türk edebiyatı, onun hiç mi yeri yoktu diye sorulabilir ki kısaca açıklık getireyim. Bizde anlatıldığı üzere roman türü diğerlerine kıyasla pek gelişim gösterememiş. Bunda hem evrensel dönem şartları hem de ülkenin içindeki şarlar çokça rol almıştır. Tanzimat döneminde kültürel amaç güdülmeksizin batı taklidi olarak yazılmaya okunmaya başlanır roman türü. İlerleyen zamanlarda çok başarılı roman örnekleri çıkmış olsa da okunmaya örnek olarak verilenler ilk ve yetersiz olanlar olduğundan biraz mesafeliyim. Kendimi bu konuda geliştirmem gerek. Benim de suçum yok değil. Bu işi layıkıyla yapan yazar sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Konudan konuya atlar gibiyim. Düşüncelerimi toplamaya çalışırken başka konulara değinmek geliyor içimden. Bana kattığı değer veya özelliklerden bahsetmiyorum kitaplardan. 

Zaman ve mekan adına ihtiyaç hissettiğiniz durumlarda yaşadığınız sıkıntıdan elinizden tutup sizi bir kuyudan çekip alırcasına kendi adınıza sizi kazanmasından söz ediyorum. Yoksa kelime dağarcığınız, konuşmanız, olaylara bakışınız gelişir değişir demek kolaydır. Önemli olan bunu yaşamaktır. Her konu her söz yine yaşama çıkıyor. Yaşamda anlam aramaya... Bu konuda en iyi rehber kitap olacaktır. Doğru seçilmiş bir kitap sizi olduğunuz gibi kabul edip içten dinleyen dostunuz gibidir. Sizi değiştirmeye çalışmaz, ona uygun olarak yol almaya başlarsınız. İnsanın istediği de bu değil midir? Sorgusuz sualsiz anlaşılmak, hiç yoksa bir çaba... Peki ne yapmalı, sürekli kitap mı okumalı yani. Her şeyin çözümü mü bu?  Yaşamı sadece kitaptan öğrenmeye çalışmak tabii ki yetersiz olacaktır. Bazı şeyler yaşanmalı, belki  de sadece yaşanmalıdır.

 Fark ettim  de hiçbir konuda net bir çözüm bulamıyorum. İçimdeki yeraltı adamının nasihati var; bu, hayat boyunca hissedeceğin eksiklik olacaktır, diye. Asıl örneğimiz olan hakikati kanla haykıran ‘Yeraltından Notlar’ı yine onunla bitirmem gerek.  ‘Eh yeter bu kadar, bir daha da yeraltından yazmak istemiyorum. Bununla birlikte bu çelişki hastasının notları burada bitmiyor. Dayanamadığı için, o yazmayı sürdürdü. Ama biz burada dursak daha iyi olur sanıyorum.’

Kitapla kalın.
Mustafa DİKER

Yorumlar

Popüler Yayınlar